Yıl 1967.
Basmane Namazgah Semti’nde Kadıavlusu 965 çıkmaz sokak 2 numaralı evde oturuyoruz.
Babam trenci Fikret Şerif, annem Bilen ve Esat, Sedat, Mehmet ve Kenan tam 4 oğlan.
Yaşım 12, sokağımıza bitişik Yıldırım Kemalbey İlkokulu’nda 4. sınıfa gidiyorum.
Babamın aldığı tek maaş kıt kanaat yetiyor. Çalışmak zorundayım, enazından kendi okul harçlığımı çıkarmak için.
Amcam zamanın tek defter fabrikası olan Öztürk Matbaası’nda usta başı. Hatırlarsınız belki o zamanın en kaliteli ve tek defteridir “Öztürk”.
Öğlen okuldan gelince teyzem Perihan’ın hazırladığı üçlü sefertasını kapıp Çankaya Babadan Otelin yanındaki matbaaya amcama yemek götürüyorum.
Önce Allah ne verdiyse birlikte yiyip akşama kadar çalışıyorum.
Matbaanın ortasında bir odun sobası var ısınmanın ötesinde genelde yemek ısıtmak için kullanılıyor. Sırada çok çalışan var ama ben amcamın torpilini kullanıp yemeğimi önce ısıtıyorum. Birkaç dakikada da yiyip kağıt bobinlerinin üstünde yarım saat kestiriyorum. Özellikle de pelür dediğimi yumuşak kağıt bobinlerini seçiyorum tabiki.
Kısa bir moladan sonra iş başlıyor. Defter yapraklarını sayıyorum tek tek 60 lı 100 lü defterler için. Bazen resim defteri olacak kağıtların arasına pelüş kağıtları koyup harman çekiyorum. Bazen de defterin ortasına tel dikiş atan makinanın başında orta açıyorum dikimi kolay ve seri olsun diye. Ama en çok sevdiğim iş kesim makinasının üzerine çıkıp pres sıkmak.
Zaman geçtikçe ustalaşıyor insan ve günün birinde orta açmakla yardımcı olduğu dikiş makinasını kullanırken buluyorum kendimi. Ne büyük haz artık benimde bir yardımcım var orta açan. Üstelik makinalarda yeni ve otomatik pedalına basıyorsun takır takır dikiyor.
Geçen gün Kubilay Dijital de rasladım bu makinaya. “Mezattan aldım” dedi Aziz kardeşim “ve hala kullanıyorum” diye de ekledi.
Aklıma defter yerine parmağımı diktiğim o kötü gün geldi birden;
Matbaada sıradan bir gün. Defter dikiyorum yine makinada. Ustayım artık ya öz güvenim tavan yapmış, artık neredeyse bakmıyorum defteri dikerken. Ortacı da kayıp o gün, sanırım hasta diye gelmemiş.
Takır takır, takır… Birden “yandım Allah” diye bağırıyorum, elimden kanlar akıyor, belli ki defter yerine parmağımı dikmişim. Bi koşuşturma, bi telaş kendimi Behçet Uz Çocuk Hastanesi acilinde buluyorum. Neyseki sinirler kopmamış, parmağıma atılan üç dört dikişle yırtmışım. Ama işaret parmağımdaki izi hala duruyor.
İşte böyle dostlar yıllar yıllar sonra rasladığım bir makinanın bana hatırlattıkları bunlar.
Öztürk Defter Fabrikası’ndaki çalışma hayatım aralıklarla sürdü ama acı tatlı anıları hep benimle.
Rahmetli ustabaşı amcam Cavit Erçetingöz’ü ve o günlerde orada çalışan tüm dostları saygı sevgi, aramızdan ayrılanları da rahmetle anıyorum.
Kalın sağlıcakla. . .